Wednesday, September 07, 2022

Mavide kaybolmak...



MAVİDE KAYBOLMAK ÜZERİNE BİR YAZI


“Yas, kaybettiğimiz kişilerden kendimizi ayırdığımız uzun ve acı verici bir süreci içerir. “Yasın işlevi,” diyor Freud

Hayatlarımızda farkında olduğumuz yada olmadığımız, bizi biz yapan, yaşamımıza anlam katan insanlar vardır. Ailemiz, çevremiz, dostlarımız. Onlar var iken devam ediyor herşey, kah gülüyoruz, kah eğleniyoruz, bazen hüzünlensek de hayat sarmalı içinde kendimizi kaptırmış yaşayıp gidiyoruz farketmeden...

Ünlü yönetmen Kieslowski gençlik zamanlarında yol kenarında otostop çekerken yanından hızla geçip giden bir arabanın ardından ''Cehenneme Git!'' diye bağırır ve bağırmasının hemen ardından arabanın bir anda devrilmesine ve şoförünün ölmesine tanık olur. yaşadığı bu olayı hiç unutmayan Kieslowski, bundan dolayı yaşadığı vicdan azabını filmde Juliette Binoche'nin canlandırdığıbu filmde bizlere yansıtır.


Ünlü bir müzisyen olan eşi ve güzel kızı ile Julienin süregelen bu başarılı hayatı, yukarıda tasvir edildiği gibi talihsiz bir kaza sonrasında bu döngünün dışına çıkacaktır. Hastande gözlerini açıp ailesini bu kazada kaybettiğini öğrendikten sonra artık hiçbirşey eskisi gibi olamayacaktır.

Yaşamak zorundadır insan, nefes almalı, yemeli, içmeli bir şekilde devam etmelidir. Ama bunu kendine nasıl anlatır, nasıl inanabilir ki?

Kaçmak, çözüm müdür? Unutmak, anıları silmeye çalışmak. Anlamını yitiren bir hayattan, anlamlardan sonra.

Acı çeken Julie hastanede bu anlamsızlık içerisinde hayatını sonlandırmaya çalışsa da bunu başaramaz ve bir şekilde yaşamanın devam etmesi gerektiğine inanır.

Hastaneden dönünce, hayatına dair herşeyi, tüm eşyaları, kocası için yaptığı besteleri, evi herşeyi geride bırakmaya çalışır. Unutmak, ruhunu özgürleştirmek zorundadır çünkü hayat devam ediyor. Biz onu terketmeye çalışsak da o bizim peşimizi asla bırakmaz...

Hiç ağlamaz. Evine ilk döndüğü sahnede evine hizmet eden bayanı ağlarken görürürüz ve ona şu soruyu sorar:

- Niçin ağlıyorsun Marie?
+ Çünkü siz ağlamıyorsunuz.


Ağlamaz, çünkü artık kaçmak, uzaklaşmak zorundadır. Devam etmelidir.

Herşeyi bırakır, taşınır, eski çevresinden uzaklaşır. Hayatında düştüğü boşluğu yeni bir çevre ile, yeni insanlar, yeni uğraşlar ile doldurmaya çalışır.

Aslında insan rahatlar uzaklaşınca, hatırlamaz isek, düşünmez isek bir şekilde gittiğini de görürüz ama...

İçimizde öyle yer etmiştir bu duygular, ne kadar üstünü örtmeye, unutmaya kaçmaya çalışsak da asla peşimizi bırakmazlar.

Julie de bunu kabullenmek, yaşamak zorundadır. Çünkü her kaçtığı sahnede eninde sonunda başladığı yere dönmektedir.

Acıları daha güçlü acılar ile örtemeyiz.

Ruhunu özgür bırakmalıdır. Ve bırakacaktır da.

Hayat, yine de en olumsuz dönemlerde insana tutunacak dallar uzatır. Kocasının hakkında öğrendikleri, eski dostları, yeni dostları...

Değişim başlar. Kaçmayı bırakır, yarım bıraktığı bestesini tamamlar ve hayatına bir şekilde devam eder.

Julie aslında özgürleşmemiş, ama içindeki maviyi, yani karanlığı kabul etmiştir. Çünkü ondan kurtulmak mümkün değildir.

Kayıpların ardından bir insanın neler hissettiğini, neler yaşayabileceğini seyirciye, müzikleri ile, ses ve ışık kullanımı ile iliklerine kadar hissettiren, çarpıcı ve kolay kolay unutulmayacak bir başyapıt.

Saturday, July 08, 2006

Rüyalar Şehrinde Gezinti...


    Mulholland Çıkmazı Üzerine...
''Duygusal deneyimlerin labirentinde dolaştıran, kabuslar ve rüyalarınızı aynı uykuda buluşturan bir psikolojik hikaye..''

     Alıntı Basitleştirilmiş konusunu kısaca özetlemek gerekirse.... Diane, evvel zaman içinde bir dans yarışmasında dereceye girmiş, film yıldızı olma hayalleriyle yanıp tutuşan gencecik umut dolu bir insandır…

    Hayallerini gerçekleştirmek için atması gereken en önemli adım ise şöhretin kaynağına, yani Hollywood’a gelmek ve kendisini kanıtlamak olacaktır. Daha önce orada çalıştığını söylediği halasının öldükten sonra bıraktığı para ile Ontario’da yaşadığı küçük kasabadan yani Deep River’dan kalkıp geliyor da. Bir sitede küçük bir pansiyon kiralayıp Hollywood’a yerleşiyor. Seçmelere katılma fırsatı da elde ediyor. Ama her şey istediği gibi gitmiyor. Sylvia North film seti çekiminde çok istediği rolü Camilla’ya kaptırıyor. Daha sonra onunla tanışıp sıkı bir dostluk kuruyor. Pansiyonda beraber yaşamaya başlıyorlar. Zaman geçtikçe birbirlerine tutkuyla bağlanıyorlar. Hatta ilişkilerini lezbiyenlik mertebesine kadar taşıyacak kadar. Ama ilerleyen süreçlerde aksilikler peşini bırakmıyor Diane’in ve bir türlü istediği, umduğu yerlere gelemiyor. Sürekli ufak tefek rollerle idare etmek zorunda kalıyor ve istediği şöhreti elde edemiyor. 

    Tüm bunların aksine daha önce başrolü elinden alan Camilla ise onun hayallerine yani şöhrete ulaşıyor ve çok ünlü bir film yıldızı oluyor. Bir bakıma onun hayallerini çalan kişi oluyor aslında. Her şey daha da kötüye gidiyor. Diane, Camilla’nın ünlü yönetmen Adam Kesher ile yakınlaşmasına tanık oluyor, yada başka bir deyişle kendisinden uzaklaşmasına. Diane, evinden limuzinle alınıp Camilla vasıtasıyla ünlü yönetmenin evinde yemeğe davet ediliyor. Yemekte başına gelmedik kalmayan Diane, Camilla’nın yönetmenle evleneceği haberini alınca bir kez daha dünyası başına yıkılıyor. Diane çökmüştür artık, çaresizlik içinde kıvranmaktadır. Kıskançlık, umutsuzluk ve üzüntü peşini bırakmamaktadır.
    Hayatını çalan Camilla’ya büyük bir kin duymaya başlıyor. Ve en sonunda olanlara artık tahammül edemeyeceğini fark edip her şeyini elinden alan bu insanı öldürmeye karar veriyor ve bu iş için bir kiralık katil tutuyor. Bu kararından sonra evine gidiyor. Sahip olduğu her şeyi kaybetmenin üzüntüsü ile onu bu hale getiren olaylar bir film şeridi gibi gözünün önünden geçiyor. Ve işte burada, daha filmin ilk dakikalarında kafasını yastığa dayayıp “Mulholland Çıkmazı’na” giriyor, rüya sekansı başlıyor ve diğer dünyaya giriyoruz. Ve Mulholland Çıkmazı’ndan çıkıp anahtarı gördükten sonra en sevdiği arkadaşını da kaybettiğini fark eden Diane’in yapacak bir şeyi kalmıyor, intihar edip bu azaptan kurtulmaktan başka… 
     Kısa bir tanıtım... “Mulholland Çıkmazı”, David Lynch’in sinemalarında kullandığı düşsel evrenin yada diğer dünyanın bu yazıdaki tanımı olsun. Bu düşsel evrenini kontrol eden ana güç Diane (Betty)’dir. Çünkü tüm yaşananlar kafasında şekillenip oluşturuluyor her şeyden önce. Ama kontrol tamamıyla onda değildir, çünkü rüyasında başka güçler var ve bunların rolü hiç de azımsanacak gibi değildir. Bu güçlerin merkezini de cücemsi yaratık ve durduğu kırmızı perdelerle çevreli mekan temsil ediyor. Yaşlı çift, dükkânın arkasındaki büyücü ve onun kutusu, silencio kulübü… hepsi Mulholland Çıkmazı’ndaki bu gücün temsilcileri yada araçları... Betty rüyasında yaşadığı olayların büyük bir kısmını, aldatılmasından sonraki çöküş sürecinde yaratıyor, en büyük kısmını davetli olduğu yemekte olmak üzere…
    Diane’in Hayal Dünyası: Her şey güzel olacak… Bu dünyada Diane yoktur artık. Betty olmuştur. Camilla ise Rita ismini almıştır. (Betty, Diane kiralık katil ile buluştuğunda onlara servis yapan görevlinin ismi aynı zamanda ve rüyasındaki ismin kaynağı burası... )
    Ve film başlıyor... Film, daha doğrusu rüya sekansı, dans sahneleriyle başlıyor, bu Betty ve Diane kazanıp güzel bir mutluluk portresi çiziyor. Yaşlı çifti görüyoruz sonra da aynı karelerde… Jüri üyeleri olmaları muhtemel ve Betty’yi çok ama çok sevmişler… Daha sonra uzun ve dönemeçli yollarda yol alan limuzinin içinde Camilla’yı görüyoruz ilk kez, tıpkı Diane’in yemeğe gittiği akşamki gibi bir sahnenin içerisinde. Aynen Betty’nin yol aldığı gibi yol alıyor o da. Ve limuzin duruyor. Camilla’ya bir silah doğrultuluyor. Ama her şey bu kadar çabuk olmamalı diyor Mulholland Çıkmazı’mız ve talihsiz bir kazaya tanık oluyoruz. Camilla (Rita) şans eseri kurtuluyor ve Hollywood’a doğru inip bilmediği bir eve sığınıyor, daha sonra Betty’nin gelip yerleşeceği eve! Winkie’de konuşan 2 adamın sahnesi: Bu rüya içinde görülen bir rüyadır (gece veya gündüz değil). Gerçek hayatta Betty de burada Camilla’yı öldürtmek için kiralık katille buluşmuştu. Ve o esnada tezgahın orada ayakta dikilen adam rüya sekansında burada kiralık katilin oturduğu yerde oturuyor. Kara büyücüden bahsediyor ki bu ölümü temsil ediyor, yani Mulholland Çıkmazı’nın kara meleğini. Ve ani bir ölüm oluyor da burada. Burada geçen anısını hatırlamak istemiyor Diane. O yüzden orada yaşadığı gerçeği silip orada gördüğü figüranları hayaline yerleştiriveriyor. Ve Lynch’in klasik ortamlarından biri olan kırmızı perdeli evdeki gizemli güçler giriyor devreye. “Kız hala kayıp.” Peki nerde şimdi, ne yapıyor? Tabi ki “Mulholland Çıkmazı’na” giriyor, peki o zaman oyun başlasın... Bir sonraki sahnede uçak iniyor ve Hollywood serüveni başlıyor tatlı ve güzel Betty için. Daha doğrusu rüya başlıyor… Hayaller… Burada, daha önce de bahsettiğim Mulholland Çıkmazı’ndaki diğer güçleri temsil eden yaşlı bir çift ona yolculuk boyunca eşlik ediyor. Ona umut verip mutlu, güzel bir rüyanın başlamasına vesile oluyorlar belki de… Ama ondan ayrıldıktan sonra birbirlerine bakıp gülmeleri kötü şeylerin olacağına işaret ediyor. Diane’in halası (ki artık aramızda yaşamamaktadır) rüyasında hala Hollywood’da yaşamakta olup bir film işi için Kanada’ya gitmek zorunda kalmıştır ve Diane’in kaldığı lüks malikânede kalmasına izin vermiştir. Halası muhtemelen böyle bir yerde hiç yaşamamış olabilir ama Betty hayal dünyasında onu öyle düşünmüştür ve bunu sorgulamamak gerek. Ve geldiğinde ev sahibesi olarak Coco tarafından karşılanıyor, ki Coco’yu gerçekte yemekte gördüğünde çok misafirperver bir insan olarak algılamıştı ve ona rüyasında böyle bir rol veriyor.
     Amaç... Size çok acı çektiren, sizi aldatan, hayatınızı mahveden bir insan olsa ondan nasıl intikam alırsınız? Öldürmek burada son çare olsa gerek çünkü hiç zevkli değil, bir anda bitiveriyor her şey. En güzeli o insanı kendinize muhtaç haline getirmek, istediğinizi yaptırmak yani ona istediğiniz gibi yön vermek… Ve sahneye Camilla giriyor, hafızasını öyle bir kaybetmiş ki ismini bile hatırlamıyor ve bir posterden uyduruyor (Rita), yaşadıkları ve geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyor ve tamamen savunmasız. Diane’in kontrolünde, artık o ne isterse o olacak... “Mullholland Çıkmazı” esrarengiz güçleri devreye giriyor yine. Gerçek yaşamda Camilla Diane’in rolünü kapmıştı. Diane bunun haksızlık olduğunu düşündü. Bir yerlerde sorun olmalıydı. İşte buna yönetmen Adam Kesher’ın da katılmış olduğu görüşmede tanık oluyoruz. Gizli güçlerin kontrolündeki kişiler ona rol için zorla bir kızı seçmesini istiyorlar. Yönetmen için kabul edilemez bir şey aslında bu… en azından öyle tasarlıyor Diane bunu kafasında. Hatırlanırsa yemekte Diane önündeki kahveyi içmeye çalışıyor ama midesi bulanıyor, kusmak istiyor belki de, ama yapamıyor ve o anda karşısında biraz uzakta yaşlı bir insan görüyordu. Görüşme sahnesinde aynı adama expreso getiriliyor ve adam biraz içip kusuyor, Diane’in yapmak isteyip yapamadığı. Peki yönetmene zorla seçtirilen kız kim. İsmi Camilla. Ama sahtesi. Yemek masasında Camilla ile öpüşen sarışın. Rüya içinde bazen gerçekçilik de çıkıyor karşımıza, Camilla’yı öldüren katilin tutarsız arayışları gibi. Daha sonra evde Betty ile Camilla arasındaki sorgulama süreci başlıyor. Nereyi açtığı belli olmayan bir anahtar ve para var ortalıkta… Ve Camilla’nın geçmişini, olan kazayı sorgulama süreci... İlerledikçe yavaş yavaş karşımıza bunun bir rüya olduğuna dair küçük hatırlatmalar çıkmaya başlıyor. Gizemli güçler de boş durmuyor, yönetmeni ikna edebilmek için iflas ettirip kovboyu görüşmek için gönderiyor. Ve her şey umulduğu gibi gidiyor, Betty seçmelerde çok başarılı oluyor, yönetmen de zorla dayatılan kızı seçiyor. Ama yavaş yavaş kaçınılmaz sona doğru yolculuğumuz başlamıştır. Hiçbirşeyin aslında gerçek olmadığını, tüm güzel şeylerin bir anda gideceği endişesi... Diane, Rita ile evini keşfediyor önce, orada ölü bir kadın buluyorlar… Ölen aslında kendisi, daha doğrusu ölecek olan... Geleceği görmüştür aslında... Kaçınılmazı.. Gerçekleri keşfetme zamanı... Önce Diane ile Rita, eski günlerdeki gibi tutku ile sarılıp sevişiyorlar birbirleriyle. Gerçek hayattaki gibi, daha doğrusu iyi zamanlarındaki gibi... Ama durun bir dakika... Sessizlik... Silencio.... Her şey bir ilüzyon... yanılsama... hayal sadece olanlar... sadece kayıtlar... uydurma... bir rüya... ve artık uyanma vakti... Kutu açılır... Betty yok olur... Aslında hiç var olmamıştır..
    Perde kapanır... ve gerçeğe dönüş... Diane uyanıyor ve odasındaki anahtarı görüyor. Yaşadığı her şey bir film şeridi gibi geçiyor gözünün önünden. Ama artık geriye dönüş yoktur. Rüyasının daha doğrusu yaptıklarının esiri olmuştur ve kaçınılmaz sonun zamanı gelmiştir. Umut verenler artık umutlarını söndürmek için geri dönmüşlerdir... Ölüm meleği tekrar görevini başarı ile tamamlamıştır. Ve kırmızı perde kapanıyor... 
  LyNcHeR - Temmuz 2006

Monday, October 31, 2005

Is it a Wonderful Life or Not...


Is it a Wonderful Life or Not...




(Gökyüzünde melekler arasında bir konuşma)

- Beni mi çağırdınız efendim?
- Evet, Clarence. Dünyadaki bir adamın yardımımıza ihtiyacı var.
- Harika. Hasta mı?
- Hayır. Daha da kötü. Ümidini yitirmiş.








George Bailey hayalleri, idealleri, arzuları olan cesur, dürüst ve gururlu bir insandır. Fakat hayatı boyunca çevresindeki insanları mutlu etmek için fedakarlıklar yapmak zorunda kalmış, dolayısıyla kendi arzularını hep arka plana itmiş ve çoğu zaman da gerçekleştirememiştir ama herşeye rağmen güzel karısı ve çocukları ile birlikte mutlu bir yaşam sürmektedir. Fakat olaylar üst üste gelip kader ona öyle bir oyun oynayacaktır ki bir süre sonra hayatının verdiği baskıya dayanamayacak ve dünyadaki varlığını sorgulamaya başlacaktır...


Ta ki;
“- Ben olmasam herkes için daha iyi olurdu.” diyene kadar...


"It's a Wonderful Life" yani Şahane Hayat, hayata dair enfes mesajlar veren, sıkılmadan tekrar tekrar izlenebilecek zaman ötesi bir başyapıt. Umudunu, yaşama sevincini kaybetmiş insanlara o anda anlaşılmasa hatırlanamasa da mutlaka uğrunda yaşamaya, inanmaya değer birşeyler kaldığını hatırlatan bir film. Umutsuzluk okyanusunda yüzerken çevremizi her ne kadar boş ve anlamsız olarak görsek ve algılasak da tutunacak, değer verecek birşeyler mutlaka vardır. Sözün kısası bir hasta misali umutsuz bir insana verilebilecek en etkili ilaçlardan biri Frank Capra’nın bu eseri olsa gerek...

Hayat değerlidir, hernekadar çaresiz boş hissetsek de...
çünkü herbirimiz birbirimize bağlıyız...

Wednesday, July 27, 2005

Masumiyetin değerini kaybettiği masum yer...


Twin Peaks'te Yaşamak...

Çok yakında burada...

Thursday, June 23, 2005

Bir Rüyaya Ağıt

Requiem for a Dream

Darren Aronofsky (2000)



Yaşanmayası, ibret alınası bir dünya...

Hayatımızı mahveden, bizi bağlayan esir eden herşey uyuşturucudur, illa da eroin olması gerekmez.

Bağımlılık kavramından nasibini almış anne, oğul, sevgili ve arkadaşın dörtgeninde bireylerin birbirleriyle ilişkileri ve adım adım çöküş hikayesi. Ve akıl almaz bir anlatma biçimi.

Günümüz insanının en büyük düşmanı uyuşturucudur. Aileler yıkan, ülkeleri perişan eden bir illet. Daha ne olduğunu anlamadan insanı esir eden, hayatını söküp alan bir illet. Bir savaşta karşınızda bir düşman bulunur, yoketme güdüsüyle çıkar ve meydanda tüm gücünüzle savaşırsınız. Peki ya düşman kendiniz iseniz ve savaşacağınız yer de bedeniniz olursa? O zaman ne yaparsınız...

Bazı şeylerden vazgeçilemez... Ailemiz, sevdiklerimiz, dostlarımız... Tartışmasız... Peki tüm bunları unutmanıza sevep olacak birşey olursa, sizi esir alıp geri kalan herşeyi, tüm değerleri unutturup sizi paramparça ederse ne yaparsınız. Uçurumdan düşerken kanat çırpabilirsiniz, ama bu uçmanıza yetecekmidir? Bir zamanlar gördüğünüz mutluluk tablosu ya aniden kaybolursa... Görmüş olduklarınız bir düş ise. Ya ayağınız aniden kayıverirse ve düşmeye başlarsanız... Tutunacak birşey olmaksızın... Gerçeklere doğru düşmeye... Kaçınılmaza...

Requiem for a Dream. Bir savaş filmi. Ama bu savaş herhangi biriyle değil, kendinizle, bedeninizle, tutkularınızla. Psikolojik bir savaj. Ve bu savaşı, kendi silahlarıyla oynarsanız kaybedeceksiniz. Ama oynamak zorundasınız.

Somut olarak kısaca: Harry (Jared Leto) bir eroin bağımlısı. İlk sahnede biraz daha mal alabilmek için annesinin televizyonunu çalıp satmaya götürüyor. Annesi Sarah (Ellen Burstyn) ona bağırıyor, ama asla kızmıyor. Çünkü 5 dakika sonra televizyonunu geri satın alabilecektir. Çünkü herşey yoluna girecektir. Olması gereken budur. Harry’nin en iyi arkadaşı Tyrone (Marlon Wayans) ve kızarkadaşı Marion (Jennifer Connelly) Harry'nin yaptıklarına katılan insanlar, ve ortak bir plan kurarlar: Uyuşturucu satarak köşeyi döneceklerdir! Bu sırada, Sarah'a garip bir telefon geliyor ve bir TV yarışmasına katılmaya hak kazandığı söyleniyor. Onun için bu ünlü olma, yalnızlıktan kurtulma, sevdiklerini herkesin önünde tanıtabilme fırsatıdır, çünkü yaşlıdır, kocasını kaybetmiştir ve çok yalnızdır. Ünlü olmak için televizyona çıktığında çok sevdiği kırmızı elbisesini giymelidir. Böylece herkesi etkileyebilecektir. Ama tek bir sorun vardır, kiloları... Ve bunlardan kurtulabilmek için çabalamaya başlar... Ve burada dört kahramanımızın! hikayesi... Başlıyor...

Uyuşturucu, her anlamda bizi kavrayan ve tuttuğu zaman bırakmayan bir illet. En hafifi sigaradan başlayarak tüm bağımlılık maddeleri, içkiler birer uyuşturucu. Aşırı gıda tüketmek de aynı şekilde... Aşırı TV izlemek de... Tutkulara esir olmak da... Çünkü bunlar gözünüzü kapayıp çevrenizi görmenizi engeller. Ve farkına dahi varamadan kaybolursunuz. İncinirsiniz yada incitirsiniz. Başladığınız yere dönmeye çalışırsınız. Ama...

Requiem for a Dream, görmeyi istemediklerinizi, görünce hoşlanmayacağımız şeyleri bir tokat gibi insan yüzüne indiren psikolojik bir yapım. Kimsenin kolay kolay hazmedemeyeceği bir yapım. Dört karakterin yaşadıklarını, 7. sanatı ifade eden sahnelerin beyazperdedeki yansımasını hazmetmemize fırsat tanımadan midemize indirten, ve müziklerini de acı sos olarak sunan bir yapım. Afiyet olsun....

Yaşamımızda mevsimler var ve her ilkbahar belki de yeni bir başlangıca vesile oluyor bir şekilde. Burada bir ilkbahar yok. Çünkü uyuşturucunun şakası yok...



Yapım Notları.........

*Film, Amerika'da Denetleme Kurulu tarafından NC-17 (17 yaşından küçükler izleyemez) ibaresi konuldu ve Aronofsky'den bazı bölümleri kesmesi istendi. Yönetmen, Artisian stüdyosunun da desteklemesiyle filmin etkisini azaltacağı için bunu kabul etmedi! Sonuçta film "Not Rated" ibaresiyle sınıflandırma dışı gösterime girdi.

(Böylece çoğu sinema salonunda oynatılmadı, bu da filmin ticari başarısını çok büyük ölçüde engellendi.)

*Yönetmen Aronofsky, başrol oyuncuları Leto ve Wayans'a bir ay boyunca şeker içeren yiyecek yememelerini ve seks yapmamalarını söyledi. Böylece çok istedikleri birşeye sahip olamamayı hissetmelerini istedi.

"Entertainment Weekly'de yayınlanan habere göre 15 kilo veren Jared Leto, çekimlerden sonra filmin etkisinden kurtulmak için Portekiz'de bir manastıra gitti ve saçlarını kazıttı.

*Jared Leto, Journal World ile yaptığı röportajda filmi izleyen insanların tepkilerini anlatıyor. "Cannes Film Festivali'nde filmin gösteriminde, bir kadın salondan çıktı ve kırmızı halının üzerine kustu. İşin garip olanı filmi çok beğenmişti. Toronto'daki Premiere'den çıkarken Aronofsky ile benim arkamda yürüyen bir adam merdivenlerde bayılarak kendinden geçti."'

*İlk filmi Pi'yi sadece 60.000 dolara çeken Darren Aronofsky, Requiem for a Dream'i ise yine kendi standartları için çok düşük bir fiyat olan 4.5 milyon dolara çekti.

*Filmin uyarlandığı romanın yazarı Hubert Selby "Filmi izlediğimde gözyaşlarımı tutamadım. İzleyenlerinde bu duygumu paylaşacaklarını sanıyorum. Bence bu gezegende yaşamış herkes bu hikayede kendilerinden birşey bulacak." dedi.

*Normal bir filmde 600-700 cut (geçiş) bulunur. Requiem for a Dream'de 2000'den fazla cut bulunmaktadır.

*Pi'de başrolü oynayan Sean Gullette'in burada psikolog rolünde kısa bir rolü var.

*Filmin uyarlandığı romanın yazarı Hubert Selby Jr., filmin sonunda gülen gardiyan olarak kısa süre görünüyor. (Selby bir anlamda kendi yarattığı karakterlere gülüyor.)

*Dikkat edilirse filmde kırmızı renk sadece Sara Goldfarb'ın giysisinde, saçında ve Harry'nin hayalinde kullanılıyor. Aronofsky bunu, rengin etkisini arttırmak için özellikle yaptığını söyledi.

*Aronofsky'nin annesi Charlotte, Sara Goldfarb'ın arkadaşlarından biri olarak, babası Abraham ise metroda gazete okuyan adam olarak kısa süre gözüküyor.

Wednesday, June 01, 2005

Kayıp Otobanda kaybolmak üzerine...

Lost Highway - David Lynch (1997)

(Dikkat, spoiler içermektedir)
(23.06.2005 tarihinde tekrar düzenlenmiştir)

Lost Highway (Kayıp Otoban) belki de David Lynch'in Eraserhead'tan sonra içine girilesi en zor en karmaşık filmi. Film, ıssız bir gecede namı diğer kayıp otobanda tam gaz yol alırken başlıyor ve aynı yerde noktayı koyuyor. Film müzikleri de öyle güzel seçilmiş ki film boyunca pek hiçbirşey anlaşılmasa da müzikle bütünleşen sahnelerin tadı mutlaka üzerimizde hoş bir etki yaratıyor :)

Dick Laurent'in ölüm haberiyle ilk ipucumuzu alıyoruz; peki bu adam kim veya arayan kimdi gibi soruları içimize atıp devam ediyoruz. Daha sonra pencereden bakınca birini kovalayan polis sireninin seslerini duyuyoruz, büyük ihtimalle Dick Laurent'in katilinin peşinde. Ve Madison ailesi. Birbirinden oldukça soğuk duran bir çift, nerdeyse hiç konuşma yok. Karanlık ve oldukça geren bunalım bir ortam. Bir soğukluk ama neden? Saksafon çalarak hayatını kazanan Fred özel hayatında karısını pek tatmin edemediyor bundan olsa gerek. Güzel karısı Renee de arada teselli etmesi de cabası :) Bu olay Fred açısından ister istemez bir eziklik yaratıyor.

Eşinin çok seven fakat bir türlü tatmin edemeyen (etmediğini düşünen) Fred, eşinin geçmişini sorguluyor ama bir türlü aradığı cevapları bulamıyor ve şüphelere düşüyor, kıskançlığının esiri oluyor. Karısından alamadığı cevaplara kafasında başka yanıtlar buluyor, hikayeler uyduruyor ve bu düşüncelerine yenik düşüyor.

İlerledikçe kimliği belirsiz birinden video kasetler gelmeye başlıyor. Video kasetlerde evin basit görüntülerini içeriyor, ama zaman geçtikçe gizemli kasetlerdeki çekimler evin içini de kapsamaya başlıyor. Ve en sonunda kanlar içinde ölmüş olan Renee'yi görüyoruz.

Lynch filmde oldukça sert bir geçiş yapıyor ve Fred'i, karısını öldürme suçuyla polislere ifade verirken görüyoruz. Karısını sevdiğini ve öldürmediğini iddia eden Fred suçunu kabul etmiyor. Herşeyi inkar ediyor. Ama korkunç başağrıları peşini bırakmıyor. Ne yaparsa yapsın bu ağrılardan kurtulamıyor ve hücredeki değişim sahnesi yaşanıyor ve film tekrar kırılıyor, bambaşka bir gidişat alıyor. Fred'in yerini Pete alıyor ve akıl almaz bir biçimde film başka bir seyire başlıyor.

Pete'in dünyasında Fred'in yaşadığı dünyaya tam ters bir dünya yaşanıyor. Genç ve güçlü bir genç, her istediği kadını elde edebilecek bir cesaretle karşımıza çıkıyor. Ve karşımıza Renee'nin yansıması Alice çıkıyor ve bambaşka bir öykü başlıyor... Ve ateşle oynayan Pete bir süre sonra çıkışı olmayan bir dünyaya giriyor....



*****Analizler*****

Filmin büyük kısmı hapishanede, Fred'in bilinçaltında ve rüyalarında geçiyor. Fred çok sevdiği karısını öldürmüş ama bozulan ruh sağlığı onun kötü anıları hatırlamasını engellemiş ve bilinç altına itmiştir. Çıldırmanın eşiğine gelmiştir ve tam bir paranoyak olmuştur. Karısını öldürdüğüne inanmamaktadır. Burada Fred psikolojik bir çöküşe uğruyor. Gerçek dünyayla kendi kurduğu hayal dünyası arasındaki dünyada kayboluyor ve olmak istediği farklı dünyalar yaratıyor.

Bunun kanıtı filmde evine polisler geldiğinde ve kendisine kamera kullanıp kullanmadığını sorduklarında geliyor. "Olayları oldukları gibi değil, hatırlamak istediğim gibi hatırlarım" demesini hatırlayın. Fred, gerçeklerden uzak fantastik bir dünya yaratıyor, çünkü olayları öyle hatırlamak istiyor. Karısını o öldürmemiştir çünkü hatırlamak istememektir. Karısının katili evlerine o kasetleri bırakan kişidir ona göre. Ama gerçekte karısını takip eden ve de bu kasetleri hazırlayan kendisi ama bunları bilmek istemiyor.

Filmde akıcılık aramak yerine ona kesitler halinde bakmak gerekir. İlk bölümde Fred Renee ile bir şekilde geçiniyor iken kıskançlık yüzünden aklına sürekli şüpheler giriyor, muhtemelen gerçekten yaşadığı şüpheler. Fred'in rüyasında, gerçek gerçekleri gizleyip suçu yüklediği rüyasında bir yansıma olan gizemli bir adam var. Muhtemelen gizemli adam Fred'in karısından şüphelenen, karısını takip eden yanının bir yansıması fakat Fred kendisini, onun karısının öldürdüğüne inanmadığı için suçu ona yüklüyor. Çünkü evine yatak odasına kadar girebiliyordiğini düşünüyor. Başka suçlu aramak yersizdir.

Örneğin karısı ile gittiği parti sahnesinde gizemli adam ona hem yanında hem de onun evinde olduğunu söylüyor. Çünkü olaylar Fred'in kafasındadır. İstediği anda istediği yerde olabilir. Hem partinde hem evinde olması bir bakıma sadece zihninde olması demek. Zaman ve mekan kaygısı yoktur.

Daha sonra kendisini iyice kaybedip herşeyi aklından silerek yepyeni bir dünya yaratıyor. Psikolojik çöküşün yepyeni bir evresi başlıyor. Aklında karısı ile birlikte olabileceği ve aşıklarını öldürmesinin sorun olmayacağı bir dünya yaratıyor. Ama bü dünyadaki tüm nesneler onun önceki yaşadıkları ile örülü olacaklardır. Ve ipuçları ona sürekli gerçeği hatırlatacaktır. Kendisini güçlü ve iktidarlı bir genç olarak tasarlıyor Fred ve Renee'nin yansıması olan Alice le tanışıyor. Normal yaşantısının tam zıttı olan şeyler yaşıyor (Jazz müzik çalması fakat Pete olarak Jazz'dan nefret etmesi gibi) ama bir süre sonra Alice'in peşinden karanlık ve dönülemeyecek bir dünyaya dalıyor. Ve Alice aslında Renee'nin yansıması olduğu için keşfettiği şeyler Renee'nin karanlık ve kötü geçmişini su yüzüne vuruyor. Ve bu noktada kıskançlık krizine giren Fred'in yapacağı tek birşey kalmıştır. Karısını ve aşıklarını öldürmek. Kurduğu fantasik dünyada Pete aracılığı ile Andy yi öldürüyor. (Gerçekte onu kendisi zaten öldürmüştür.) Onun evinde Alice ile Renee'nin yan yana olduğu fotoğrafı görüyor ile ve burada gerçek bir kez daha yaşadığı ilüzyon hatırlatılmaya çalışılıyor.

Arabanın önündeki sevişme sahnesinde Alice'in Pete'e "Bana asla sahip olamayacaksın" demesi ile acı gerçek son bir kez ortaya çıkıyor, çünkü bu bir hayal dünyasıdır ve bu da Pete'in sonu oluyor. Bundan sonra kulübede Gizemli adam ile karşılaşıyor. Ve gerçekleri öğreniyor. "Alice diye biri yok." "Alice nerede." "O Renee'dir."Sen kimsin" sorularıyla karşılaşan Fred fantazisindeki kontrolu kaybediyor. Kendinden kaçıyor. Karısını o kadar çok sevip kötü geçmişini bilinçaltında unutmaya çalışsa da gerçekler bir kez daha yüzüne vuruluyor. Bu rüya bitmelidir. Ve bitecektir.

Ve filmin gerçekten yaşanmış olaylardan örülü son evresi başlar. Otele gider. Dick Laurent'i alır. Karısına, önceden yaptıkları için onu cezalandırmak üzere çöle götürür ve gizemli adamın yanında öldürür. Ve gizemli adam kaybolur. Çünkü artık görevini yapmış ve olayı çözülmüştür. Kendisi olduğunu kabul etmiştir.

Andy'nin evinde araştırma yapan polislerin olduğu sahnede resimde sadece Renee gözükür bu da Pete ve Alice'in hayal ürünü olduğunu kanıtlar. Renee'nin yanında Andy ve Lauren vardır ki büyük ihtimalle bu resim Fred'in kimi öldüreceğini belirlemesine yardımcı olmuştur. Film boyunca Fred'in karısını öldürdüğünü görmüyoruz çünkü bunu hafızasından silmek istemektedir yani olayları istediği gibi hatırlamayı istemektedir. Ama bunu kasette görüyoruz çünkü hatırlanmak istemese de bu olmuştur.

Ve en sonunda evine gidip Dick Laurent'in öldüğünü söylemesi ile filmde zaman ve mekan kavramının olmadığı bir kez daha vurgulanmış oluyor. Dick Laurent'in ölmüş olduğu gerçeğini kendisine bir kez daha hatırlatıyor. Ve sonra kayıp otobanda sonu olmayan bir kovalamaca başlıyor.

Neden sinema yapıyorsunuz?

Bir gün David Lynch'e sorarlar; "Neden sinema yapıyorsunuz?" diye ve cevap verir,
- Sinema yapmayı seviyorum çünkü bambaşka bir dünyaya girmeyi seviyorum. Başka bir dünyada kaybolmayı seviyorum. Ve benim için filmler bu rüyayı sağlayan mekanlar oluyor...karanlıkta rüya görmenize izin veriyorlar. Bir filmin dünyasında kaybolmak ne muhteşem bir şeydir.


Orjinal Metin:
They asked David Lynch only one question: "Why do you make movies?", and he answered: "I like to make films because I like to go into another world. I like to get lost in another world. And film to me is a magical medium that makes you dream...allows you to dream in the dark. It's just a fantastic thing, to get lost inside the world of film."

Tuesday, May 10, 2005

Belle de Jour / Gündüz Güzeli



Bunuel'in Belle de Jour (Gündüz Güzeli) filmini izlemistim herhalde 2-3 hafta da geçti üzerinden ama hala dün izlemisim gibi aklinda. Usta yönetmenlerin sevilmesi sanirim bu kalicilik ve seyircinin üstünde kurduklari hakimiyet yüzünden olsa gerek.

Evvel zaman önce Endülüs Köpegi'nde ne yapmayi düsündügünü bir türlü anlamadigim bir yönetmendi. Bunun aksine gündüz güzelinde gayet düz bir konu var, zorlanmadan bastan sona izliyip bitiriyorsunuz, (zorlanmayi Lynch filmleri ile mukayese ederek söylüyorum:)) Korkular, endiseler ve bunlari yer yer takip eden araya serpistirilmis rüyalar var ki onlar da konuyu tamamlayan (belki de tamamlamayan kimbilir), olaylarin gidisatlari hakkinda belki de ipuçlari vermeye çalisan rüyalar. Ve film bir solukta bitiyor. Basit bir kurgu, basit (fazla birsey anlatmayan) bir son ama gerçekten öyle mi acaba ?? :) Nasil bir Lynch filmini ilk kez seyrettigimizde hiçbirsey anlamiyorsak burada da tam aksine herseygayet normal bir sekilde son buldu..... yada.........

Sürrealist sinemanin en önemli temsilcilerinden biri olan Bunuel'i bu kadar özel kilan ne? Anlamak için öncelikle burjuva denilen bir kavrami ele almak gerek, "Kapitalizmde orta ve ustundeki gelir sinifindan olan kimse" yani fakir halktan ayricalikli lüks içinde
yasayan kesim denebilir. Bunuel filmlerinde burjuva sinifina göndermeler yapmaktadir, ama o kadar ince göndermelerdir ki bunlar normal bir seyirci gözüyle görülememektedir, (sahsen ben film bitip birseyler okuduktan sonra anca görebildim:)) Hepsi bu kadar mi, elbet te degil. Filmde çok zengin bir aile var (hakiki burjuva) ve karisina her türlü sevgi ve sevkati gösteren bir erkek, ama bunun karsisinda hayatindan bir türlü tatmin olmayan bir eş bulunmaktadir. Ve arayislara giren kadin kendini bir anda bambaska bir dünyanin içersinde bulur. Ve bu dünyanin içersinden çikmak artik çok zordur......

Filmde ince noktalar ve ipuçlari rüyalarda (yanilsamalarda) sakli ve sayet onlari yakalayabilirseniz rüyalari gerçek yapabilmeniz mümkün.... O zaman geçerli olan gerçekler ne olacak, ona da siz karar veriyorsunuz, hepsi bir yana yoksa film bastan sona bir rüyamiydi da en dogru gerçekler hiç gösterilmedi mi diye meraketmiyor da degilim ?????????????

(Son paragraf havada kaldi :))) film gibi sanirim yönetmenin de istedigi bu olsa gerek.)

Eraserhead

Eraserhead – David LYNCH

Dikkat : Yazı yer yer spoiler içerme olasılığına sahiptir...

"In Heaven, Everything Is Fine."
Cennette Herşey Güzeldir

user posted image

Eraserhead, gerçeğe dönüşen bir karabasan, bir kabuslar bileşkesi, yada tam anlamıyla bir insanın yaşadığı depresif-bunalım halinin beyazperdeye, hem de o kişinin yaşadığı gözle yansıması...

Gece yatağınıza uzanın, gözlerinizi kapayın ve uykuya dalın. Rüyanızda kötü bir kabus esnasında sırılsıklam olup terler içinde uyanın. Gördüklerinizi hayal meyal hatırlarsınız tabi hatırlamak isterseniz. Oturun ve Eraserhead'i seyretmeye başlayın. Bittiğinde onu da kabuslarınız gibi hayal meyal hatırlayacaksınız... Tabi bu kabusu bitirmeyi başarabilirseniz...

Filmi anlamak için (daha doğrusu anlamaya çalışmak) herşeyden önce David Lynch adında çılgın! bir yönetmenin varolduğunu bilmek ve onun hakkında az da olsa fikir edinmek gerekiyor. En azından yönetmenin resmi görmek dahi olsa bazı şeyler anlatmaya yetecektir. Filmlerinde mantık, rasyonellik öğelerini barındırmayan David Lynch, sinemayı bir hikaye anlatma sanatından çok soyut bir boyuta taşımıştır. Yönetmen olmadan önce ressamlığa çok ilgi duyması ve bu resimlerin kompozisyon olarak soyut olması da çok şey anlatacaktır...

Lynch'in ilk önce "The Grandmother" olarak tasarladığı kısa bir filmden gelişen senaryo ile çekilen Eraserhead aynı zamanda yönetmenin de ilk uzun metrajlı filmi. Çekmesi 4 sene gibi uzun bir süre alan Eraserhead'in film bütçesi Amerikan Film Enstitüsünün mali desteği yanında Lynch'in akraba ve arkadaşlarının yardımlarıyla karşılanmıştır.

Oyuncu kadrosu olarak oldukça fakir bir film. "Henry" temel karakter iken, kız arkadaşı "Mary X", kız arkadaşının anne ve babası "Mr. X" ve "Mrs. X" ve birkaç garip karakter daha var. Filmde topu topu 1-2 dakika konuşma var dolayısıyla arka fondaki müziklere, anlamsız sessizliklere teslim olmaktan başka çaremiz kalmıyor. Matematikte X, kendi gireceğimiz herhangi bir değişkenin yerini tutan bir sembol. Buradaki isimler gibi hepsi birer bilinmeyen aslında.

Şayet Eraserhead’in konusu nedir ne işleniyor diye bir soru sorulursa rahatlıkla film Henry'nin kabusları üzerinde kurulmuş denebilir. Henry kız arkadaşının komşusuna bıraktığı not üzerinde onlara akşam yemeğine gidiyor. Burada kayınvalidesinin saldırısına uğruyor. Yemekte bacak aralarından kan fışkıran bir tavuk ile karşılaşıyor ve bir de bebeği olduğunu öğreniyor. Ve bu onun ve kız arkadaşı Mary X'in istemedikleri bir bebektir. Tabi bebeğin de normal bir bebekten çok iri kafalı, her tarafı bezlerle sarılmış bir yaratığa benzemesi de cabası. Aslında bunun bir bebek olduğu sadece film boyunca zırıl zırıl insanı huzursuz eden ağlamasından anlaşılıyor. Mary X bebeği de alıp Henry'nin dairesine taşınıyor. Ve yaşanan kabuslar Mary X'in evden kaçıp Henry'nin bebek ile yalnız kalmasından sonra iyice su üstüne çıkıyor...

Filme imgeler hakim, ve filmi az da olsa anlayabilmek için bu imgeleri sorgulamak gerekiyor. En başta manivelayı çeken adam, insan spermine benzeyen nesneyi serbest bırakıp bir su birikintisine düşürüyor. Bu bir anlamda da çiftleşmenin de simgesel bir anlamı değil mi? Böylece bebeğin ilk tohumları da atılmış oluyor. Zaman zaman Henry'nin yatağında ortaya çıkan ve radyatörün şarkı söyleyen bayanın çevresinde yağan nesneler de aynıları değil mi? Herşeyi temel kaynağından irdelemeyi seven Lynch böylece çocuk sahibi olmak isteyenlere de olumsuz bir gönderme yapıyor. Ya işler istenildiği gibi yolunda gitmezse...

İşte Henry de böyle bir çıkmaza gidiyor. Mutant bir bebek ile yalnız kalan Henry hiç durmadan zırlayan bu bebeği bir türlü susturamıyor, uykuları kaçıyor ve en sonunda radyatördeki bayanı keşfediyor. Radyatördeki kadın ölümü temsil ediyor ve cennette her şeyin iyi olduğunu söylüyor. Henry'nin yaptığı hatayı yüzüne vururcasına da ilerleyen sahnelerde yukarıdan düşen spermsi nesneleri ezmeye başlıyor. Kabuslarının esiri olan Henry her nasılsa kendini bir anda bu bayanın karşısında buluveriyor. Filme adını veren sahnede Henry'nin kafasının kopup düşmesi de artık ne kadar ızdırap çektiğini belirtiyor. Kopan kafa da bir fabrikaya götürülüp silgi yapımında kullanılıyor. Bu da taşıdığımız ruh bir yana bir nesne olduğumuzu da hatırlatmıyor mu? Bunda derin bir mantık aramak gereksiz... Film boyunca ne Henry ne de Mary X bebeği bir kez eline alıp sevmiyorlar, bir şefkat göstermiyorlar. Sadece onu susturmaya çalışıyorlar.

Henry'nin komşusu olan güzel ve gizemli bayan ile ilişkiye girmesi de insanların ikiyüzlülüğünü ve olumsuz şartlar altında insanların nasıl akıllarının başlarından alabileceğinin en güzel ifadesi... Yaşanan tüm olumsuz şeylere rağmen Henry yine aynı hataları tekrarlayabilecek bir zihniyettedir.

Düşünülmeden yapılan bir ilişki sonrasında insanların ne kadar kötü durumlara düşebileceği anlatılmıştır bir nevi film boyunca. İstenmeyen ve sevilmeyen bir bebek, her ne kadar tatlı veya sevimli de olsa o "Henry ve Mary X" gibi akılsız 2 kişi tarafından yine bu mutant bebek gibi kötü görülecektir, sürekli ağlayacak ve mutsuz olacaktır.


Film hakkında söylenebilecekler şeyler, temel varsayımlar dışında tümüyle farklılık gösterebildiği gibi Eraserhead bir rüya olarak algılandığı zaman film mükemmel etkiyi yaratabiliyor... Sonuç olarak;

Bir şeyi yapmadan önce bu şey her ne olursa olsun çok iyi düşünün kendinizi iyice tartın yoksa kabuslarınızın esiri olabilirsiniz...